medyanın sefaleti/ulus baker
medyanın sefaleti/ulus baker
türk medyasının batı medyası karşısındaki farkını, sözgelimi türk basın sisteminin nasıl işlediğini örnekleyecek, herkesin şu anda elindeki gazetelerle yapabileceği kolay bir araştırmayla göstermek çok kolay: gazete adını verdiğimiz nesnenin bir yapısı, görsel-işitsel malzemenin bir sunuluş biçimi vardır. sözgelimi günün önemli haberleri, ekonomi-maliye sayfası, kültür sayfası, spor vb. sayfası gibi. üstelik bu sayfalar hiyerarşisinin, sözgelimi devletin, hükümetin bakanlıklar ve müdürlükler hiyerarşisiyle ne kadar koşut olduğuna dikkat edin. kısaca söylemek gerekirse, belli konulara hasredilmiş özel basınla bulvar gazeteleri dışında gazete formu açıkça bir devlet formunu yankılamaktadır: ekonomi sayfası, polis haberleri sayfası, spor sayfası, dış haberler servisi vs... bu “ortak form”a güvenerek alın o günün belli başlı gazetelerini, sürmanşetlerden başlayıp, ilk sayfasından son sayfasına, baş sayfa haberlerinden spor haberlerine dek hiyerarşik düzenleri içinde sıralayıp kategorilendirin. malzemenin, yani haberlerin çeşidinden, atfedilen önem sırasına varıncaya dek ne kadar büyük bir çeşitlilik bulunduğunu fark etmek hiç de zor değildir. bir gazete için en önemli haberin öteki gazete için nasıl yarım sütunluk bir haber durumuna düşebildiği türk basınında gerçek “habercilik” anlayışının bulunmadığının en önemli kanıtıdır.
ikincisi medyanın kamu tartışmalarının, haber iletiminin (starcıların dediği gibi “gerçek”lerin), enformasyon dolaşımının aracı ya da ortamı olduğunu söylemek büyük bir saflıktır. medya bize daha çok neyi düşünüp kabul etmek, neyi düşünmemek gerektiğini söylemeyi görev edinmiştir. bu “manipülatif”, tekyönlü iletişimin günümüz türkiye medyasında batı’dakinden çok daha sorunlu bir şekilde güç kazanmış olduğu açıktır. siyaset meydanı gibi programlara bakın: bunlarda bir “kamu tartışması”ndan çok, yine medya tarafından gündeme getirilmiş belirli sayıdaki konuda kaba bir aklama-karalama faaliyetinin yürütüldüğünü görüyoruz. dışarıda kimin ne kadar konuşma özgürlüğü varsa program sırasında da aynı oranda özgürlüğe sahiptir. başka bir deyişle, siyasetçi demagojisini, akademisyen etkisiz ukalalığını, “halk”ı temsilen çağrılan kişiler de “sokağın sesleri” diyebileceğimiz bir bastırılmış (asla kaale alınmayan) istekler, talepler, protestolar bombardımanını rahat rahat yapıp durur. özel ya da devlete ait medya kuruluşlarının aralarında bu açıdan herhangi bir karşıtlığın bulunmadığı da besbelli. “İyi program”ın çok seyredilen, çok satan –günümüz “piyasa ideolojisi” uyarınca– program anlamına gelmesi ve bundan başka hiçbir anlama gelmemesi, başka bir kritere boyun eğmemesi söz konusudur bugün. genel olarak söylemek gerekirse, türkiye’de medya, batı’nın bir zamanlar (aydınlanma çağı’nda ve fransız devrimi etrafında) geliştirdiği, ancak zamanla eskiterek kurumlar, sivil ve siyasal örgütlenmeler, profesyonel bir meslek haline gelmiş bir gazetecilik ve toplumsal iktidar mekanizmaları arasında kaybetmesine karşın yaşatmak zorunda hissettiği bir özgür “kamu alanı”nın oluşturulması şansına sahip değildir. modern iletişim teknolojilerinin arka planını oluşturan medya endüstrisi, batı’da ortadan kaldırabildiği bir oluşumu türkiye gibi “gelişmekte olan” bir ülkede haydi haydi engelleyebilecek güce sahiptir.
peki türkiye’de medya’nın “olumluluk” içeren hiçbir şansı yok mu? belki öncelikle bir “medya etiğine” ihtiyaç var. ben bu etiği “liberal” ideolojinin, İslami “ahlak”ın ya da “sosyalist” düşüncenin medyaya taşınması ve yerleşmesiyle gerçekleşecek bir “çoğulculuk” aracılığıyla mümkün görmüyorum. bu etik daha çok medyanın kendi pratiğine özgü olmalıdır... söz konusu olan, sözgelimi abd’de “politik açıdan düzgün” (politically correct) denilen tutum değildir. aksine yalnızca “küfretme” özgürlüğünün sınırsızca kullanılabileceği bir toplumun medyasının başka türlü davranabileceğini sanmak, hatta istemek, insafsızlık olurdu. dünya “küfürle” yüklü yoğun bir edebiyata sahiptir: modern sanat dünyası copernicus’tan beri kutuplar tarafından gerilmekte, sanatçı ile eser, tasarım ile nesnesi arasında büyük bir uzaklaşma cereyan etmektedir. bu uzaklaşmanın doruk noktasını kitle iletişimine konu edilmiş sanatta bulmak benjamin’in etkili yazılarından 50 sene sonra herhalde büyük bir keşif değildir. öyleyse gerçek bir anti-medya bu gerilimi, bu uzaklaşmayı ya aşırı noktalarına vardıracak (medya yalan haber yapıyorsa izleyicisini toptan “sahte” bir dünyaya, edebiyatın, uydurmanın dünyasına taşıyacak) ya da –becerebilirse– ortadan kaldırmaya çalışacaktır. bu ikincisi benim “olaylaştırma” adını verdiğim bir güzergâh üzerinde gerçekleştirilebilir, bir düşünme işidir.
Yorumlar
Yorum Gönder